HABER MERKEZİ - Suriye'nin Dere kentinde 15 Mart 2011 tarihinde küçük bir kıvılcımla ateşi fitillenen iç savaş, Türkiye’nin dış politikasını neredeyse günlük, haftalık, aylık ve yıllık değiştirdi, değiştirmeye devam ediyor.
Suriye'nin Dere kentinde 15 Mart 2011 tarihinde küçük bir kıvılcımla ateşi fitillenen iç savaş, Türkiye’nin dış politikasını neredeyse günlük, haftalık, aylık ve yıllık değiştirdi. Tek "değişmeyeni" Kürt fobisi olan Ankara, bu süreçte birincil tehdit olarak gördüğü Kürtleri devre dışı bırakmak için, batı devletleri olmak üzere birçok komşusuyla ilişkileri bozdu. Peki, Ankara bu süreçte nasıl bir yol haritası izledi, hangi argümanları kullandı ve nereye vardı, varacak?
ESAD’A ÖMÜR BİÇİLDİ
Ayak sesleri 2010 yılına dayanan Suriye savaşı henüz fitili ateşlendiği dönemde, 8 Ağustos 2011 tarihinde soluğu Şam’da alan dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile 6 saat görüşmüştü. Kritik görüşmenin sonucunda Suriye resmi haber ajansı, Esad'ın Davutoğlu'na "Teröristlerin peşini bırakmayacağız" mesajını yayınlarken, Türkiye de karşı cephede yer almaya başladı. Tarihler, 24 Ağustos’u gösterdiğinde NTV'ye katılan Davutoğlu, “Suriye'deki sancılı sürecin çok uzun sürmeyeceğini" öne sürdü ve "Bu süreci artık yıllarla değil, aylarla veya haftalarla ifade etmek gerekir" diyerek Esad’a ömür de biçti. 5 Eylül 2016’da partisinin genişletilmiş grup toplantısına katılan dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, “Kardeş”i Esad’ın adını "Eset" olarak değiştirdi ve “Emevi Camisi'nde namazımızı da kılacağız” diyerek ipleri tamamen kopardı.
ANKARA’NIN ACELESİ VAR
Uluslararası küresel güçlerin Suriye politikasını tezcanlı okuyan Ankara, Tunus, Mısır, Lübnan'da "ağır davrandığını" düşünerek hızlıca hareket etmek istiyordu. Federe Kürdistan deneyimini de unutamayarak, Kürtlerin kazanacağını öngören Türkiye, savaşa herkesten önce girmeyi istedi. 23 Haziran 2012’de Türk Hava Kuvvetleri’ne ait bir F-4 tipi savaş uçağı, Malatya’dan havalanarak Suriye güçlerinin roketle vurabileceği kadar ülkenin hava sahasını ihlal etti. Akdeniz’e düşürülen uçak Ankara’da savaş rüzgarlarını güçlendirdi, ancak beklentiler uluslararası kabul görmedi.
EĞİT- DONAT ÇÖKTÜ
Esad’a ömür biçen hükümet, Katar başta olmak üzere körfez ülkelerinin Sünni politikası doğrultusunda Suriye’ye lojistik geçişte köprü görevini üstlenirken, askeri eğitim ve geçiş için de ABD ile "Eğit-Donat" projesini imzaladı. 2013'te Barack Obama yönetimi tarafından başlatılan "Eğit-Donat" programı çerçevesinde, 20 Şubat 2015’te; ABD'nin Ankara Büyükelçisi John Bass ve Türk Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu tarafından imzalanan 500 milyon dolarlık mutabakatla 5 bin 400 militan eğitilmesi hedeflendi. Rusya’nın sahaya aktif müdahalesinin ardından ise, CIA’nın hazırladığı proje sonlandırıldı. Programın sonlandırması, Türkiye’yi boşluğa düşüren bir başka etken oldu.
GEREKİRSE SURİYE’DEN FÜZE FIRLATIRIZ
İşler, Türkiye için yolunda gitmiyordu! Daha sonra ortaya çıkan iki ses kaydında Ankara sahada yer almak için Süleyman Şah Türbesi'ne müdahale planladı. Ortam dinlemesi olduğu anlaşılan kayıtta (kayıtlar yalanlanmadı), Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler arasında geçen diyaloglarda MİT Müsteşarı Fidan, "Gerekirse Suriye'ye dört adam gönderirim. Türkiye'ye 8 füze attırıp savaş gerekçesi üretirim, Süleyman Şah Türbesine'de saldırtırız" sözleri Ankara’nın acelesini ortaya koyuyordu. 24 Kasım 2015 tarihinde büyük bir risk alarak Rusya Federasyonu Hava Kuvvetleri'ne ait Sukhoi Su-24M tipi uçağını “sınır ihlali” gerekçesiyle düşürülmesi de Türkiye’yi Suriye’ye sokacak zemin vermedi. Süreç, iyice Türkiye’nin aleyhine dönüşerek hava sahası tamamen Ankara’ya kapatıldı.
HER YOL DENENDİ
Ankara’yı hızlı karar vermeye zorlayan aslında tek faktör, Kürtlerin askeri, siyasi ve idari programını ilerletmiş olmalarıydı. Suriye’de bölgesel ve uluslararası güçlerden bağımsız halklarla birlikte üçüncü bir yol çizen Kürtler, her geçen gün büyüyor, güçleniyor ve kurumsallaşıyor. Ankara’nın her denemesi uluslararası destekten yoksun kalınca, Kürtleri engellemenin bir yöntemi de DAİŞ, El Kaide gibi radikal İslamcı grupların saldırılarına çanak tutması oldu. Tarih, 15 Eylül 2014’ü gösterdiğinde DAİŞ’in tarihte görülmemiş bir vahşetle, Kobani'ye saldırması Türkiye tarafından heyecanlı bir izleyişe dönüştü. Sürecin sona yaklaştığını düşünen Erdoğan, “Kobani düştü düşecek” diyerek Suriye politikasında işlerin yola girdiğini varsaydı! 26 Ocak'ta, YPG’nin direnişi uluslararası koalisyon güçlerinin hava desteğiyle rüzgarı tersine çevirince Türkiye, “ara bir soluk” aldı. Türkiye, içeride Kürtlerle kurduğu barış masasının etkisi ve YPG’nin desteğiyle adına “Şah Fırat” denilen operasyonla (22 Şubat 2015) Süleyman Şah Türbesi’ni Suruç sınırına taşımak zorunda kaldı.
KÜRTLERE TAMPON İÇİN: GÜVENLİ BÖLGE
Ankara, Nuh deyip peygamber demeyip bu kez de; Kürtlerin Kuzey Suriye’de oluşturduğu özerk kantonların kavuşmaması için “Güvenli Bölge” adı altında tampon bölge oluşturmak istedi. Bu politika, hükümeti Rusya ile ABD arasında çaresiz gelgitlere mahkum edecekti. Kürtlerin hem Rusya hem de ABD başta olmak üzere koalisyon güçleriyle kurduğu ilişki Ankara’nın huzursuzluğunu arttırıyordu.
Rakka’da ABD ile incelen ipler, şimdi İdlib'te Rusya ile kötüye gidişin sinyalini veriyor. Cenevre, Astana ve Soçi..., henüz sonuç alınmış diplomatik çözümler değil.
‘PAZARLIK, TAKAS VE RÜŞVET’
Batıya “Tampon Bölge”yi kabul ettiremeyen “Değerli yalnızlık” politikasının temsilcileri, kazanma hırsı ile, Suriye sahasındaki ağır faturayı daha da ağırlaştıracak kararları almayı da sürdürüyorlar. Avrupa Parlamentosunun karşı çıkmasına rağmen, Ruslarla Akkuyu Nükleer Güç Santrali anlaşmasının imzalanması, aslında sahayı bedelsiz olarak teslim etmek demek. Süreç, “Böyle müttefiklik olmaz” denilerek, ABD’nin karşı çıkmasına rağmen Rusya'dan milyarlarca dolar bedelle, stratejik açıdan kullanılabilirliği bile belirsiz S-400 füze koruma sisteminin alınmasına kadar ilerletildi.
Batıya, "Rusya ile yürürüm” mesajı veren Türkiye, kızgınlığını kendisine sığınan 3 milyonun üzerindeki Suriyeliyi de pazarlık masasına koyarak gösteriyor. Mültecileri, Türkiye'de tutma karşılığında Suriye’de “tampon bölge” isteyen Ankara’nın sınır kapılarını açma “şantajı” Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in ince diplomasisiyle, 1 Haziran 2016’da imzalanan "Geri Kabul Anlaşması" ile koz olmaktan çıktı.
‘REHİNE TAKASI’
Ankara hükümeti, tükenen diplomatik girişimlerini bu kez uluslararası tartışma ve hoşnutsuzluk yaratacak yol ve yöntemlere yöneltiyor. 15 Ağustos 2017’de yayımlanan 694 sayılı KHK’de yer alan bir maddede “milli güvenlik ve ülke menfaatlerinin gerektirdiği hallerde tutuklu bulunan kişinin iadesi ya da takasının yapılabileceği”ne yer verildi. KHK sonrası 24 Ekim’de Rusya’nın Kırım Tatarı "iki siyasetçi"yi serbest bırakmasından önce, Türkiye “Çeçen komutan Vahid Edelgiriev”in öldürülmesi ile ilgili tutuklu bulunan Rus ajanlar Aleksandr Smirnov ile Lurii Anisimov'u Moskova’ya iade ettiği sonradan ortaya çıktı.
Takasın bir "dış politika malzemesi" haline geldiği bir diğer vaka da şu oldu: Almanya’nın eski Başbakanı Gerhard Schröder’in, “Büyükada” tutuklusu hak savunucusu Alman vatandaşı Peter Steudtner’in serbest bırakılması için Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’la “gizli görev” dahilinde görüşme yaptığı Der Spiegel tarafından yazıldı. Aynı tarihlerde, Avrupa’daki Kürt siyasetçileriyle ilgili “Bilgi toplayıp, suikast planlamak”la tutuklu MİT elemanı Mehmet Fatih Sayan'ın “adli kontrol” şartıyla serbest bırakılması dikkat çekti.
Takas işi bununla kalmadı. Bu ayın 6’sında Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel ile biraraya gelen Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun, mevkidaşına Türkiye’de tutuklu gazeteci Deniz Yücel’in serbest bırakılması karşısında Türkiye’ye silah satışının onaylanmasını gündeme getirdiği, yine Der Spiegel tarafından ileri sürüldü.
Daha vahimi, Irak’ta esir düşen Musul Konsolosu (şimdi CHP milletvekili Öztürk Yılmaz) ve çalışanlarına karşılık Niğde Cezaevinde tutuklu DAİŞ militanlarıyla takas yapıldığı iddiası, alenileşmiş değil.
HER ÜLKEYE BİR İHALE
Türkiye'nin, gerek Suriye çıkmazını gerekse dış politikada daralan manevra alanını Rusya’da hayata geçirdiği gibi çeşitli ihaleler ve ticari anlaşmalarla aşma isteği ağırlık kazandı. Geçen yıl Ağustos ayında ilk Rüzgar Enerjisi Yenilenebilir Enerji Kaynak Alanları (YEKA) ihalesini Alman Siemens-Türkerler-Kalyon konsorsiyumuna verilirken, birkaç gün öncede uzun menzilli hava ve füze savunma sisteminin gelişimi ve üretimi için Fransız-İtalyan konsorsiyumu Eurosam ile işbirliği anlaşması imzaladı. Hükümetin yurtdışı gezilerinde öne çıkan ihale sözleşmeleri, dış politikanın da ana aracına dönüştü.
GÜNÜ KURTARMA DİPLOMASİSİ
Ankara’nın hiçbir norm, ilke, kural gözetilmeden, kısa vadeli hesaplarla uygulanan bu tür "şantaj, takas, rüşvet" politikaları; hem uzun vadeli hiçbir getiri sağlamıyor -en fazla "günü kurtarıyor"-, hem de kendi içinde ve dışında geleceğini daha büyük krizlere, daha derin sorunlara doğru itiyor.
Son günlerde, Efrin'e saldırı ve İdlib'in de "korunması" için Rusya ve ABD arasında ikili oynayan bu politika çaresizce yalpalanıyor. Yürütmeye çalıştığı "şantaj, takas, rüşvet" politikalarının halkasına, şimdi de "saldırıyı" eklemeye hazırlanıyor.
Türkiye son umudunu bağladığı Efrin saldırısı, "eldeki bulgur"u kaybetme faturasıyla ödeyebilir.
MA / Sedat Yılmaz