İSTANBUL - Tasfiye edilmek istenen PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın paradigmasının dünyada giderek etki yarattığını, ilgi uyandırdığını ve güçlenen bir pozisyon aldığını belirten gazeteci Ferda Çetin, komplonun KDP’nin eliyle sürdürüldüğünü söyledi.
PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) başını çektiği komplonun üzerinden 23 yıl geçti. Türkiye’nin Suriye’yi “savaşla” tehdit etmesinden sonra 9 Ekim 1998’de Öcalan, ülkeden çıkarak Avrupa’ya gitmeye karar verdi. Yunanistan, Rusya ve İtalya’nın yanı sıra diğer devletler, ABD’nin tehditleri ve ekonomik baskıları sonucu kendi oluşturdukları uluslararası hukuku çiğneyerek, Öcalan'ın iltica talebini kabul etmedi. Zorla Kenya’ya götürülen Öcalan, Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme sürecinin ilk en büyük halkası olarak yürütülen komplo sonucu 15 Şubat 1999’da Kenya’dan alınarak Türkiye’ye teslim edildi.
Avrupa’nın Öcalan’a dönük tutumunu anlatan gazeteci Ferda Çetin, verili kapitalist işleyişe alternatif olan Öcalan perspektifi ile Kürtler ve diğer halkların sahiplenişinin yol açtığı gelişmelerin komployu boşa düşürdüğüne dikkat çekti. Çetin, komplonun hala sürdüğünü ve uluslararası güçlerin, bazı Kürtleri, parti ve örgütleri de bu sürecin içine çekmeye çalıştığını kaydetti. Gazeteci Çetin ile uluslararası komplonun Avrupa ayağına ilişkin konuştuk.
Dilersen başta komplonun gerçekleştiği dönemin fotoğrafıyla başlayalım. Nasıl bir fotoğraf vardı? Gerçekleşen komplo döneminde gazetecilik edinimin ile tanıklık ettin. Komplo, nasıl ve neden gerçekleşti?
Komplo, sadece bir sözcük değil. Hakikaten birçok bileşeni veya farklı bir deyişle ortağı ve uluslararası boyutu var. Bu nedenle komplo terimi kullanılıyor. Peki niçin Kürt Halk Önderi Sayın Öcalan ve PKK hedef ya da Kürtler hedef alındı? O günkü koşullara baktığımızda Sovyetler Birliği yıkılmıştı. Bu nedenle iki kutuplu dünya sistemi de ortada yoktu. Dikkat çekici bir diğer husus ise ABD ve Avrupa’ya karşı rekabet edecek örülü bir sistem de yoktu. Kısaca rakip yoktu. O nedenle de tek kutuplu bir dünya söz konusuydu. Özelikle 1990’lardan sonra bu egemenlik gittikçe belirdi. Hatta o dönemde “Tarihin Sonu” ve “Yeni Yüzyıl” tarifleri yapılıyordu. Bunların tümü aslında ABD’nin egemenliği ile ilgiliydi. ABD ve İngiltere, bu mevcut durumu yeni bir açılım, yeni bir düzenleme gibi ele aldılar ve mastır plan yaptılar.
Nasıl bir plan bu?
Büyük bir plan. Bu planın bir ayağı eski Yugoslavya ve Balkanlara yönelikti. Orayı yeniden düzenlediler. Bir ayağı Ortadoğu’ydu. Geniş anlamdaki Ortadoğu’yu kastetmiyorum. Ve İran’dı. Yine eski Sovyet’in egemenlik alanıydı. Buralarda düzenleme yapıyordu. Bu düzenlemeleri yaparken, karşısında ona rakip olacak devlet ve güçler yoktu. Aksi yönde bir durumda söz konusuydu. Batı, ABD yanlısı yönetimler iktidardaydı.
Ama Ortadoğu’da PKK ve Ulusal Kurtuluş için örgütlenen güçlü yapılar da vardı…
Evet. İşte bu düzenlemeyi bozabilecek PKK ve Kürt Halk Önderi Öcalan vardı. Bir aktör olarak ya da bir özne olarak oradaki düzenlemeyi bozabilen veya pratik olarak engel çıkarabilecek bir potansiyel taşıyordu. Fiili olarak da vardı. Yaşamın içinde de vardı.
Komplonun bir nedeni de bu muydu?
Elbette. O hususa da geleceğim. Şimdi bu düzenleme nedeniyle PKK’nin de Öcalan’ın da tasfiye edilmesi, etkisiz kılınması ya da Ortadoğu’daki o pozisyonundan zayıflatılması düşünülüyordu. Bunun için uluslararası komplo gerçekleşti. Böyle görülüyordu. Bunların tümü senaryo değil. O dönem çıkan yazılara baktığımızda bunu görebiliriz. O dönemki Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmalarından Zbigniew Brzezinski’in bir kitabında da vardı. Kitabında, “2000’li yıllar ABD ve bütün dünya için de yeni bir başlangıç olacak. Yeni bir süreç başlıyor” diyordu. Öcalan’a ve Kürtlere yönelik yönelim de böyle bir tablo ve nedenlerle ortaya çıktı. Şimdi ABD’nin yapmak istediği düzenleme veya plana ilişkin içerikler de vardı. Buna ilk başlarda Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) dediler. Bu konuda çok fazla doküman ve yazı var. Gizli de yürütülmüyordu. ABD, “Ortadoğu’nun demokratikleştirilmesi” olarak lanse ediyordu.
Öcalan, daha sonra Suriye’den çıktı. Çıkmasını kısaca, “Önümde iki yol vardı. Biri dağ, diğeri Avrupa’ydı” şeklinde formüle etti. Avrupa seçeneği birçok gelişmenin yaşanmasına neden oldu. Komployu gerçekleştiren söz konusu güçler, Öcalan’dan nasıl bir refleks bekliyorlardı?
Öcalan da sıkça söz ediyor; önümde iki yol vardı diye. Fakat bu iki yolun ikisi de kötü yol ve birisine mecbur kalınan yol değildi. Özellikle 1993’lerden itibaren Öcalan hem Kürt gazetecilerle hem yabancı gazetecilerle hem de siyasetçilerle yaptığı görüşmelerinde sık sık siyasal çözümün mümkün olduğunu ve bu seçeneğin devreye girmesi gerektiğini dile getiriyordu. Buna bazı devletlerden siyasal partiler katılınca, “sizin devletiniz de bu konuda rol oynayabilir” gibi öneriler de yapıyordu. İki yol birbirine çok denk değildi. Dağa gitseydi daha mı iyi veya kötü olurdu, orası ayrı bir şey ama Öcalan, kendisinin uzun yıllardır tartıştığı, yoğunlaştığı ve gerçekleştirmek istediği bir seçenek gibi gördü. Bir fırsat gibi gördü. Yani “ABD’nin baskısıyla komplo yapılıyor, o zaman Avrupa’ya gittiğimde Kürt sorunu gündeme girecektir. Kürt sorunu tartışılacaktır. Bulunduğumuz ülkelerde bunun siyasal tartışmasını önünü açacağız” şeklinde düşünüyordu.
Ancak Avrupa kendi arasında oluşturduğu hukuka aykırı davranarak, Öcalan’ın iltica başvurularını kabul etmedi. Yunanistan’dan Rusya’ya oradan ise İtalya’ya... Bu süreçte neler yaşandı?
Avrupa’da devletler dışında farklı eğilimleri olan kesimler vardı. Ama devletler, ABD’nin “Öcalan'ın Avrupa’da kalmaması ve Avrupa’dan çıkarılması” politikasını destekleyen bir tutumun içine girdi.
Şimdi o dönem, bu bugün için de geçerlidir; Avrupa, ABD yekpare herkesin karşı olduğunu söylemek mümkün değil. Karşı olan, gelmesini isteyen siyasetçiler, parlamentolar da vardı. Genel Avrupa, tam karşıydı demek tam oturmayabilir. Mesela 1997 yıllında Yunanistan Parlamentosunda 175 parlamenter imzalı bir çağrı yapıldı. Öcalan’ı Yunanistan’a davet ediyorlardı. Parlamento da 300 parlamenter vardı. Kürt sorununu tartışmak istiyorlardı. Şimdi parlamentolarda böyle tartışılıyordu. 1998’de Rusya’ya gidişte Duma Meclisi 298 oyla Öcalan’ın Rusya’da kalmasını istiyordu. Bu konuda bir oy çekimser kaldı. Yani Duma, ‘Öcalan burada kalmalı. Hata ona siyasi oturum hakkı tanınmasını istiyordu. Ancak devlet Başkanı Boris Nikolayeviç Yeltsin kabul etmedi. Özet olarak şunu demek istiyorum; Avrupa’da devletler dışında böyle farklı eğilimleri olan kesimler vardı. Ama devletler, özellikle ABD’nin baskısı ve girişimleriyle tutum aldı. Devletler, ABD’nin “Öcalan'ın Avrupa’da kalmaması ve Avrupa’dan çıkarılması” politikasını destekleyen bir tutumun içine girdi.
Özellikle bu durum İtalya’da mı görüldü?
Evet. Öncesine biraz değinmekte yarar var. Avrupa’da siyasi partiler ve diğer kesimler devletler gibi düşünmüyordu. Farklı düşünüyorlardı. 1986’da Olof Palme cinayeti oldu. PKK bu cinayetle birlikte kriminalize edildi. Bundan sonraki yasaklar her şeyin gerekçesi oldu. Bu cinayet NATO-Gladio ve MİT’in düzenlediği ortaklaşa cinayetti. Zaten 2020’de İsveç başsavcılığı bu cinayeti işleyen zanlının öldüğünü ve bu nedenle davanın düştüğünü paylaştı. Savcı, “Bu davada Kürtlerin dahili yoktur” dedi. Bununla birlikte Almanya’nın PKK yasağı getirmesi ve PKK’yi kriminalize etme çabaları Öcalan’ın Avrupa’ya gelişinin önündeki engellerdi.
Başka ne gibi engeller vardı?
İdeolojik-politik bir farklılık noktasında keskin bir ayrışma vardı. ABD ve AB, özel olarak Ortadoğu ve dünyanın diğer yerlerindeki ülkelerle ilişiklerini kendilerine bağlı hükümetler üzerinden yürütüyorlar. Oradaki toplumlarla alakaları yoktur. Öcalan ve PKK, buna uymuyordu. Bir iktidar paylaşımı ya da yakın bir gelecekte iktidar paylaşımı üzerinden Avrupa ile ilişkilenecek liderlik veya örgüt olmaması bir engeldi. Sistem tartışması yapıyordu. Bu da işte sosyalizmin geriletildiği ulusal kurtuluş mücadelelerinin zayıflatıldığı bir dönemde ABD ve AB için bir tehlike ve tehdit olarak görülüyordu. Bunun için hepsi kuşatmaya ortak oldu. Sistem olarak bir tehdit ve tehlike durumu çok açıktı. Nitekim bunu değişik biçimlerde zaten dile getirdiler. Hala bu noktada yazılanlar ve çizilenler var.
Öcalan’ın fikri, perspektifi kendini dünyanın sahibi olarak konumlandırmaya çalışan ABD’yi korkuttuğunu söyleyebilir miyiz?
Tabii. Bu kaygılar mutlaka vardı. İtalya sürecine baktığımızda bu karşıtlığı ve düşmanlığı net bir şekilde göreceğiz. Öcalan, 12 Kasım 1998 günü Roma havaalanına iner inmez gözaltına alındı, aslında tutuklandı. Niye tutuklandı? Tutuklama Almanya mahkemesinin 12 Ocak 1990 tarihli tutuklama kararına dayanıyordu. Almanya bu kararı İnterpol’e, İnterpol’e de tüm ülkelere göndermişti. İtalya’ya da başka bir yere de indiğinde, bu Almanya’nın kararına dayanarak, ülkeler gözaltına alacaktı. Bu tespiti bir yana bırakalım. İtalya gözaltına aldıktan sonra önünde üç tane yol vardı.
Neydi bu yollar?
Almanya mahkemesinin tutuklama kararı nedeniyle birinci yol yargılamaydı. Ya uluslararası bir mahkemede yargılanmasının önü açılacaktı. Ya da Almanya’ya iade edecekti. Bunun dışında hukuki bir dördüncü yol yoktu. İtalya Başbakanı Massimo D’Alema idi. D’Alema ile Almanya’nın dönemin başbakanı bir toplantıda görüştü. Daha sonra yapılan basın açıklamasında, Kürt sorunun barışçıl çözümü için Avrupa’nın inisiyatif alacağını ve harekete geçeceğini belirttiler. Ayrıca iki ülkenin Dış İşleri Bakanları da bu çalışmayı yürüteceklerini belirtti. Çünkü bu zorunluydu, lütuf değildi. Bu durum 16 Kasım’da 1998’de oldu. 28 Kasım’da 1998’de ise ABD’li Sandey Berger, Öcalan’ın uluslararası hukuk çerçevesinde yargılanmasının mümkün olmadığını ve Türkiye’ye teslim edilmesi gerektiği yönünde tehditlerde bulundu. Hatta, “İtalya ve Almanya’nın bir yargılama yapma yetki ve hakları yok” şeklinde ifadeler kullandı. Ondan bir gün sonra İtalya ve Almanya Dışişleri Bakanları Roma’da bir araya geldiler. Her iki bakan da Avrupa’nın çözüm inisiyatifi olduğu konusunda görüş birliğine varıldığını, uzmanlardan oluşan bir komisyon kuracaklarını, velhasıl bu sorunu “biz Avrupa olarak çözeceğiz” dediler.
ABD’ye rağmen bunu demiş olmaları garip. ABD, daha sonra bir tavır geliştirdi mi?
İtalya ve Almanya’nın bu görüş değişikliği çok net bir şekilde ABD’nin baskısıyla oldu. Baskıların ardından ortaklaşa çözüm kararı ortadan kalktı. Ayrıca 20 Kasım günü Almanya mahkeme kararını kaldırdı.
ABD ve AB karşı karşıya geldi. 3 Aralık 1998’de AGİT Bakanlar Konseyi toplantısı vardı. Bu toplantıdan sonra Almanya Dışişleri Bakanı Joseph Martin Fischer açıklama yaptı ve dedi ki; “İtalya ve Almanya Öcalan konusunda bir mahkeme kuramazlar, biz bu çalışmayı yürütemeyiz, yürütmüyoruz”. Bu görüş değişikliği çok net bir şekilde ABD’nin baskısıyla oldu. Baskıların ardından ortaklaşa çözüm kararı ortadan kalktı. Ayrıca 20 Kasım günü Almanya mahkeme kararını kaldırdı.
Daha sonra ne oldu?
İşler tümden karıştı. Bu kararı kaldırdığından itibaren de başından beri söylediğimiz İtalya’nın önündeki o üç zorunluluk ortadan kalktı. İtalya bu kararla birlikte Öcalan’ı ne yargılama gibi ne de uluslararası bir mahkemede yargılama veya Almanya’ya iade etme zorunluluklarından kurtuldu. Öcalan güya “serbest” bırakıldı. Dilediği ülkeye gitmesinin önü açıldı. Bütün bunlar komplonun uluslararası niteliğini ortaya koyuyor. Bütün bunlar peş peşe geliyor ve komplo sürdürülüyor. Daha önce hareket edemezken, hareket etme imkanına kavuştu.
Öcalan’a yönelik uluslararası komploda, Türkiye’ye nasıl bir rol biçilmişti?
Onu da zaten Bülent Ecevit söylemişti. Dönemin Başkanı, “Bize niçin teslim ettiklerini biz bilmiyoruz” dedi. Öcalan savunmalarında “Ben İmralı’ya gittiğim gün ABD’yi temsilen bir general, AB’yi temsilen de bir kadın temsilci vardı” diye belirtmişti. Türkiye’den de Engin Alan vardı. ABD’li general, operasyonunun ABD başkanının talimatıyla olduğunu söylüyor. AB’li bürokrat kadın da “Bizim denetimimizdesiniz” dedi. Engin Alan da bir şey demiyor. Engin Alan’ın pozisyonu, Öcalan Kenya’da yakalandığında uçakla getirmek ve gardiyanlık görevidir. Öcalan’ın İtalya, Rusya ve Yunanistan’a gitmesine neden olan baskı Türkiye ile alakalı değil. Fakat Türkiye şöyle bir pozisyona geldi; Öcalan’a dönük halkın olumlu tepki ve sempatisini ortadan kaldırmak için birçok cinayet işlendi.
Sizin de ifade ettiğiniz üzere çok sistematik şekilde yürüyen bir komplo süreci yaşandı. Komplo devam ediyor mu?
Bunun komplo olduğunu sadece Kürtler söylemiyor. 9 Ekim’den iki veya üç ay sonra merkezi Londra’da bulunan uluslararası stratejik Araştırmalar Merkezi bir rapor hazırladı ve raporunda dedi ki; Öcalan’ın Suriye’den çıkması ile Öcalan’ın tasfiye edilmesinden sonra örgütte bölünmeler ve parçalamalar olacaktır. Örgüt yönetimi, Öcalan’ın etkilediği veya etki alanına aldığı Kürtlerde yeni alternatif arayışları ortaya çıkacaktır. Bu komployu gerçekleştirenlerin amacıydı. 2004 ve 2005’lerde PKK yönetimindeki tasfiye veya neredeyse yarısının, merkez yönetimin ayrılmasının da bu komplonun bir parçası gibi değerlendirmek gerekiyor. Komplonun devam ediyor tezi de bu gelişmelerle ilgilidir. Dolayısıyla Kürt halkının bu konuda yeni alternatifler düşüneceği görüşü hakimdi. Günümüzde de bu komplo değişik biçimlerde sürüyor. Bu raporun beklentisi günümüzde canlı tutuluyor. Bunun için de çalışan, uğraşan ve böyle olmasını isteyen, hatta çaba sarf eden çevreler, örgütler, partiler var. Bunun içinde epey de Kürt var.
Kürt sorunu artık Ortadoğu’yu aşan ve dünyaya mal alan bir boyut aldı. Komplo ile tasfiye edilmek istenen Kürtlerin, Öcalan’ın çıkarıldığı topraklarda, Öcalan’ın fikirleriyle statüsü tartışılıyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Öcalan’ın paradigmasıyla oluşturulan sistem, saldırı ve çok büyük komplolara rağmen Rojava’da, Kürdistan’da hem de dünyada giderek etki yaratan, ilgi uyandıran, güçlenen bir pozisyon elde ediyor.
Bu gün dünyanın birçok üniversitesinde Öcalan’ın görüşleri tartışılıyor. Konferanslar oluyor. Ekoloji, kadın, inançlar konusu gibi birçok konuda görüşleri tartışılıyor. Görüşleri mevcut kapitalist sistemin alternatifini yaratacak pratikler olarak görülüyor. Merak ediliyor, araştırılıyor. Bunun için de çabalar ve uğraşlar var. Kürtler açısından da böyle oldu. Kürtler, Öcalan’ın kişiliğini sadece bir kişi Ortadoğu’nun klasik liderlerinden biri gibi ele almadı. Onun düşüncelerini öğrendiler. Bu düşünceleri pratikte uyguladılar. Bu düşüncelerin hayati olduğunu kavradılar. Bunun özgürlük, eşitlik ve adalet içinde çözüm olduğunu gördüler. Bunu bir sisteme kavuşturmak istediler. Evet, Rojava dışında Kuzey Kürdistan, Maxmur, Şengal de bunlara örnek verilebilir.
Şengal, KDP’nin veya Irak devletini bütünüyle kontrol ettiği PKK’nin ve Öcalan fikriyatının gitmediği bir yerdi. Ama fikirlerini öğrendikten sonra şimdi bu röportaja hazırlanırken kadınlar yürüyüş yapıyordu. Öcalan’ın özgürlüğünü istiyorlardı. Dolayısıyla Rojava’da evet somut bir ifade buldu ama diğer yerlerde boşaltılmış köylerin yerleştiği Maxmur halkı kimseye el açmadan kendi belediyelerini, kendi eğitim kurumlarını, kendi güvenlik sistemlerini kuruyorlar. Dolayısıyla da sistem Rojava’da, Kürdistan’da hem de dünyada giderek etki yaratan, ilgi uyandıran, güçlenen bir pozisyon elde ediyor. Saldırı ve çok büyük komplolara rağmen.
Öcalan’ın ortaya koyduğu perspektifin gelişmesine karşı ya da buna yönelik Avrupa’nın ya da ABD’nin bu günkü tutumu nasıl?
Uluslararası güçler, “Kürtlere destek verelim ama PKK’yi de tasfiye edelim” diyor. Bu gün baktığımızda bunu net bir şekilde görebiliriz. Öcalan üzerinde ağır tecridi uygulayanlar, aynı zamanda Kürtlerle koalisyon ortaklığı yapıyorlar.
Bu çok önemli bir konu. Kürtlere yönelik komplolarda, özellikle PKK ve Öcalan’a yönelik komplolarda ABD’nin o dönemki Dışişleri Bakanı diyordu ki; “Biz Kürt halkının bu kadar yoğun yaygın, bu kadar etkili tepki göstereceğini düşünmüyorduk.” Dünyanın birçok ülkesinde, Kürdistan’ın birçok yerinde tepki gösterdi. İki şey var dikkat edelim; ABD ve AB bir taraftan, “Kürtler vardır, hakları vardır. Kürtler olmalıdır” diyor. Bir yandan da “PKK, Öcalan ve Kürtler ayrı” diyor. Bu Öcalan ile Kürt toplumu arasındaki ilişkiyi mevcut bağı tarif eden hakikate uygun değil. Bu, ABD ve AB’nin gönlünden geçen bir şey. Dolayısıyla komplolarda başarılı olamamalarının birçok nedeni var ama asıl neden Kürt halkı bu komploda çok net ve keskin bir tutum aldı. Bu tutum çok görünürdü. Çok açık ve örgütlüydü.
Sorunuza ve bam telline gelirsek; ABD ve AB, Kürt halkını da bir biçimde bu komploya ortak hale getirmeden komployu gerçekleştiremeyeceğini anladı. Bunu Almanya, İngiltere, Fransa ve İsveç de biliyor. ABD de biliyor. O zaman ne yapalım diyorlar: “Kürtler iyi, doğru. Onlara destek verelim ama PKK’yi de tasfiye edelim.” Bu gün baktığımızda bunu net bir şekilde görebiliriz. Öcalan üzerinde ağır tecridi uygulayanlar, aynı zamanda Kürtlerle koalisyon ortaklığı yapıyorlar. Kürtlerle birlikte DAİŞ’e ve diğer gerici örgütlere karşı ortaklık yapıyor. Bir adım daha gidelim. Şengal’de hastane için, Kobane’de okul için para veriyorlar. Yardım ediyorlar. Ancak Türk uçakları tarafından bombalanmasına da ses çıkarmıyorlar.
Neden?
Bu, “komployu gerçekleştirmek istemiyoruz, Kürtlerin dostuyuz ama PKK ve Öcalan kötü” anlamına geliyor. Kürt toplumuna, “PKK ve Öcalan’a karşı yanımızda olun” diyorlar. Kendilerine ortak etmeye çalışıyorlar. Şu anda 1998’deki komplo sürecinden farklı olan bu.
Öcalan ve Kürt özgürlük hareketi, 44 yıllık süreçte Kürtler tarafından sahiplenildi ve toplumsallaştı. ABD ve AB gibi güçler, artık Öcalan ve hareketinin bu gücünün farkında değil mi?
O gücün farkına varmışlar zaten. Ama onu manipüle etmek ve bozmak istiyorlar. Hatta, Neçirvan Barzani ve Mesrur Barzani 2021’de yaptıkları acıkmalarda dediler ki; “Türkiye’nin Kürtlerle düşmanlığı yoktur. Türkiye’nin PKK ile sorunu vardır. PKK olmazsa her şey çok güzel olacak. Güllük gülistanlık olacak.” Bu aynı zamanda ABD’nin de desteklediği bir politika. Yani “Öcalan’ın fikirleri olmasın veya onun sistemi olmasın, onun dışında biz Kürtlerle bir ilişki kurabiliriz, onlara yardımcı olabiliriz ya da onları bir biçimde yanımızda tutabiliriz” diyorlar. Türklerde de belki sayı olarak çok yoktur ama bunu isteyen, böyle düşünen bir kesim var. Yani PKK tasfiye olsun, Öcalan olmasın, o zaman ABD, İngiltere, Fransa da bir şeyler verir, bize yardımcı olur. Zaten onlar olmadan da Kürtler özgür olamaz, Kürtler eşit, adil bir yaşamı kendileri inşa edemez düşüncesi, fikriyatı bazı Kürt çevre ve gruplarında var. Şimdi ABD bunu geliştirmek ve yaygınlaştırmak istiyor. Yani Kürtleri ortak etmek istiyor. Mesela bazı insanlar, Ortadoğu ve Kürt hakikatini, Öcalan’ın düşüncelerini bilmeyen insanlar öyle de düşünüyor.
Öcalan, bir halkı yok olmaktan kurtarıp bu günlere getirdi ve bugün baktığımızda dünyanın özellikle Ortadoğu ve Kürt bölgelerinin birçok yerinde Öcalan’ın fikirleri filizlendi. Komplo amacına ulaştı mı?
Oradaki halkta da, “Evet, bizim sistemimiz çok doğruydu. Ama ABD veya İngiltere, Fransa bizi korumazsa bu sistemin bir numarası yok. Onun için Ortadoğu’daki klasik devletler veya KDP tarzı bir çizgiye gelsek biz de yaşayabiliriz” gibi bir inanış geliştirmek istiyorlar.
Zaten fiziken böyle düşünmemek gerekir. “Herkesi öldüreceğim, herkes infaz olacak” gibi bir şey değil. Bir fikriyatı güçlü olan, toplumda karşılık bulan, beğeni toplayan bir fikrin artık işe yaramadığını, anlamsız olduğunu topluma benimsetirseniz olur. Dediğim gibi Rojava kantonunun, Afrin’in, Giresipi’nin işgal edilmesi Türk devletinin gerçekleştirdiği eylemler değil. Rusya, ABD, BM’nin ve AB’nin onayıyla gerçekleşti. Kantonlar sisteminin bozulmasını istediler. Demokratik Konfederal sistemin görünen ve yaşayan bir örneği olarak orada yaşamasını istemedikleri için saldırıların önünü açtılar. DAİŞ ve Türk ordusu saldırdı, hala saldırıyor. Oradaki halkta da, “Evet, bizim sistemimiz çok doğruydu. Diğer halklarla, kültürlerle biz birlikte yaşıyorduk. Ama ABD veya İngiltere, Fransa bizi korumazsa bu sistemin bir numarası yok. Onun için Ortadoğu’daki klasik devletler veya KDP tarzı bir çizgiye gelsek biz de yaşayabiliriz, hayatımızı sürdürebiliriz” gibi bir inanış geliştirmek istiyorlar.
Ancak bölgedeki halkların çoğunluğu böyle düşünmüyor ve direniyor…
Evet. Mesela Şengal’de insanlar direndi, hala da direniyor. Ama sürekli bombalanıyor, hastane bombalanıyor, okul bombalanıyor. Diğer taraftan KDP ve Irak askerleri kampın etrafında sürekli hareket ediyor. Oradaki hareketi engelliyor. Yani insanlarda şöyle bir düşünce oluştu. “Evet, Kürt gerillaları geldi, müdahale etti. Burayı koruyan KDP ve Irak güçleri kaçarken, onlar bizi kurtardı. Ama bu hava saldırılarına çare olamadılar. O zaman biz tekrar KDP’ye veya Bağdat rejimine mecburen dönelim” gibi bir fikir gelişiyor. Veya göç eden, kendi toprağına dönmek isteyen insanlar mevcut duruma bakıp diyor ki; “Biraz daha bekleyelim. Çünkü orada baskı var, huzursuzluk var.”
Kürtlerin komplo sürecinden bugüne gelişini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Objektif gerçeklikler var. O dönemden farklı olarak şimdi de Kürt halkı içinde bir ağırlığı olmayan, Kürt sosyolojisi, hakikati içinde bir etkisi olmayan grup ve çevreler, o dönemde de harekete geçmişti, bu dönemde de geçmiş. Yani bir heyecan içerisindeler. Tasfiye olurlarsa oradan pay kapma gibi bir çaba ve hareketlenme görüyorsun. Veya saldırılar görüyorsun. ABD, Almanya, İsviçre, İngiltere’den daha çok Kürtler saldırıyor. Kürtlerin kendi öz gücüyle kurtulacağına inanmayan işbirlikçi çevreler, daha çok saldırıyor. Sanki Kürt sorununu 4 sömürgeci ülke ve onları destekleyen emperyalist güçler değil de Kürt Halk Önderi Öcalan veya PKK yaratmış. Onlar olmasa her şey güllük gülistanlık olacakmış gibi bir izlenim, söylem, anlatım biçimi giderek halkın kafasını karıştırmak, muğlaklık yaratmak ve halkın örgütlü mücadelesini zayıflatan, ona inancı zayıflatan bir çalışma yürütüyorlar. Avrupa’dan da, Kürdistan’da da, Güney Kürdistan’da, çok yerde de bunu görebiliriz. Bu eğilimler zaten saldırıların yoğun olduğu dönemde ortaya çıkması tesadüf değil. Karakterleri gereği ya da onlara biçilen misyon böyle olmalarını gerektiriyor.
MA / Mehmet Aslan