HABER MERKEZİ - İktidar, “basit” bir hesapla “Paralar örgüte gitmesin” diye atadığı kayyumlar, belediyelerde gelir ve giderlerin üzerine sis perdesi çekti, denetim mekanizması ortadan kalktı. Bir yılını geride bırakan kayyumlardan sonra gelir dağılımı bozuldu, eşitsizlik ve sosyal adaletsizlik arttı.
Türkiye, Kürt sorununda makas değiştirdiği 7 Haziran 2015 tarihinden itibaren sert hamlelerle bir otoriterleşme ve merkezileşme sürecine girdi. Aslında makas değişikliğinin gelmekte olduğunu 30 Ekim 2014 günü gerçekleştirilen Cumhuriyet tarihinin en uzun Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısından sonra dönemin Başbakan’ı Ahmet Davutoğlu’nun kullanmaya başladığı “kamu güvenliği” söyleminden öngörmek mümkündü. Ancak Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) seçim kampanyası boyunca maruz kaldığı tüm baskılara rağmen yüzde 13 oy alması devlet açısından bardağı taşıran son damla oldu. Bu tarihten itibaren bölgede “kamu otoritesini sağlamak” adına uygulanan “askeri şiddet” (Sur, Nusaybin, Cizre ve Şırnak gibi birçok kent merkezi yerle bir oldu) ve HDP, Demokratik Bölgeler Partisi (DBP), Özgür Kadın Kongresi (KJA), Demokratik Toplum Kongresi (DTK) gibi yasal Kürt siyaseti ve sivil toplum örgütlerine yönelik yürütülen “siyasal baskı” sonucu en az 10 bin kişi gözaltına alındı, 3 binin üzerinde kişi de tutuklandı (Sayılar DBP, KJA ve DTK’yi kapsamayabilir). Süreç, “Belediye kaynakları PKK’ye aktarılıyor” iddiasıyla 4 Kasım 2016’da Başbakan Binali Yıldırım’ın açıklamalarına göre DBP’li 103 belediyeden 101’ine kayyum atanarak ekonomik bir olağanüstü hâl rejimi haline evirildi.
KAYYUM HESABI
İlk bakışta Kürt illerine yönelik bir olağanüstü hâl uygulaması gibi algılanan bu durum, önce AKP’nin İstanbul, Ankara, Bursa, Balıkesir gibi Büyükşehir Belediye Başkanlarının istifaya “davet edilerek” yerlerine AKP kadrolarından seçilen isimlerin atanması, sonra da basına sızan 2019 sonrasında yerel seçimlerin kaldırılacağı ve belediyelerin merkezden atanan kayyumlar tarafından yönetileceği iddiaları ile birleşince farklı bir renk almaya başladı. Sürecin bugün geldiği nokta DBP’li belediyelere uygulanan kayyumla idare müdahalelerinin istisnai bir durum olmadığı tam tersine bütün Türkiye’yi kapsayacak bir otoriterleşme ve merkezileşme sürecinin öncül laboratuvarı olduğunu düşündürmeye başladı.
Böylesi kapsamlı bir dönüşümü meşrulaştırmak amacıyla üretilen söylemler kayyum deneyiminin son derece başarılı olduğu iddiasına dayanmakta. Örneğin, kayyum atamalarının yıldönümüne yaklaşırken (14 Eylül) AKP’li Belediye Başkanları ile İstişare ve Değerlendirme Toplantısında konuşan Başbakan Binali Yıldırım, “Kayyım atanan 101 belediyeye 1,3 milyar lira yatırım yapıldı" bilgisini paylaştı. Konuşmasının devamında, “kardeş belediyelerden aktarılan kaynağın ise 305 milyon lira” olduğunu ileri süren Yıldırım, “1,5 milyar liradan bahsediyoruz. Eğer bu belediyelere el konulmasaydı bu para terör örgütüne aktarılacaktı. Hesap bu kadar basit. Şimdi Allah'a şükür bu kaynağın bir kuruşu dahi terör örgütüne gitmiyor, şehirlerin, ilçelerin, beldelerin imarı, güzelleşmesi için harcanıyor. Batman'da, Cizre'de çocuklarımız taş atmıyor, top sahalarında oyun oynuyorlar. Parklarda bahçelerde geziniyorlar. Kütüphanelerde kitap okuyorlar. Gelecek için ümitleri yeşerdi, gelecek için çalışıyorlar" savunmasında bulundu.
Kayyumla idare modelinin Kürt iller laboratuvarında başarıyla uygulanmakta olduğu iddiasının sorgulanması gerekiyor. Burada başarının iki ölçütü var. Birincisi, uygulamanın iddia edildiği üzere Kürt sorununun çözümüne katkıda bulunup bulunmadığı sorusu. İkincisi ise, uygulamanın tüm Türkiye’ye uygulanabilecek bir model olup olmadığı sorusu. Bu iki sorunun birbirinden bağımsız olmadığını düşünüyoruz, keza Türkiye’nin otoriterleşmesi ve merkezileşmesi Kürt sorunun çözümsüzlüğü ile doğrudan bağlantılı, birbirini besleyen birleşik bir süreçtir. Başbakan’ın açıkladığı miktarların doğruluğunu Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar nedeniyle sorgulama, doğrulama ve araştırma olanağımız olmadığından bu paranın kimlere ve nerelere harcandığı sorusuna yanıt arayacağız. Bunu yaparken belediyelerin kurumsal yapılarının ve toplumla ilişkilerinin nasıl yeniden düzenlendiğini da anlamaya çalışacağız.
BİR GÜVENLİK AYGITI OLARAK BELEDİYELER
Kayyum modelinde belediyelerin toplumla ilişkisinin temel ara yüzünü “kamu güvenliği” söylemi oluşturuyor. Bu “kamu güvenliği” söyleminin önemli bir ölçüde “Türkleştirme” üzerine kurulduğu yönünde dihaber’in geçtiği ayrıntılı bir haberde yeteri kadar veri bulmak mümkün. Benzer bir şekilde bu kamu güvenliği kurgusu çerçevesinde toplumsal yardımlar ve kamu hizmetlerinde öncelik korucu köyleri ile “gazi ve şehit” aile ve yakınlarına veriliyor. Belediyelerin toplumsal proje ve yardımları da aynı grup içerisinde pay ediliyor.
Kayyumların belediye bütçesini kent paydaşları arasında nasıl dağıttığı da önemli bir soru. Merkezi bütçeden Kürt illerine ayrılan payın büyük bir bölümünün askeri ve sivil kamu personeline gittiğini ve bunun bölgesel eşitsizlik, yatırım ve gelir dağılımındaki eşitsizlikleri nasıl derinleştirdiği ayrı bir tartışma konusu. Ancak olağanüstü hâl sürecinin toplumsal dayanışma ağlarına vurduğu darbeye burada dikkat çekmemiz gerekiyor. DBP’li belediyeler döneminde sivil toplum örgütleriyle birlikte düzenlenen tüm toplumsal yardımlaşma mekanizmaları olağanüstü hâl sürecinde kapatıldı. Batman’da “her ay 400’ü aşkın dar gelirlinin ihtiyacını karşılayan” Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği (Batman Gıda Bankası); Diyarbakır’da “32 bin yoksula ulaşan” Sarmaşık Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği; Siirt’te “yüzlerce aileye gıda ve giyim yardımında bulunan” Bin Umut Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği; Van’da “450 aileye her ay düzenli gıda ve giyim yardımında bulunan” Van Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği (VAN-DER); ve Diyarbakır merkezli olarak birçok ilde şubesi bulunan, “binlerce yoksulla ulaşan” Rojava Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği ile kadın istihdamını arttırmak ve şiddette uğrayan kadınlara çalışma olağanı sağlamak amacıyla ihdas edilen 10’larca atölye/kooperatif kapatılınca günde 1 dolar dahi harcayamayan binlerce Kürt yoksulu “kaderlerine” terk edildi.
DBP döneminde gelir dağılımı arasındaki eşitsizlikleri azaltmak amacıyla çalışma olanağı olmayan ailelere siyasi ve inanç kimliklerine bakılmaksızın verilen bu yardımlar olağanüstü hâl rejimi altında ancak kayyumlar tarafından aileler “güvenlik soruşturmasından (Kürt siyaseti ile herhangi bir bağ tespit edildiğinde/gözaltı-tutuklama-fişlenme… bu yardımlar yapılmaz)” geçtikten sonra yapılıyor. Başka bir ifade ile “polis ve askere” havale edilen toplumsal yardımlaşma ve dayanışmanın AKP yanlıları arasında pay edilmesinin kuşkusuz toplum içerisinde çatışma ve kutuplaşmaları derinleştirmeye neden olması kaçınılmaz.
Gelir dağılımındaki çatışma süreci sadece toplumsal yardımlaşmalarla sınırlı değil. Aynı zamanda belediyelerde uzun yıllardır çalışan nitelikli, birikimli kadroların işten atılması ve yerlerine Hizbullah bakiyesi altında kurulan Hür Dava Partisi ile AKP teşkilatlarından kadro temin edilmesi toplumsal huzursuzluğu arttırıcı nitelikte. KESK’e bağlı Tüm Belediye ve Yerel Yönetim Hizmetleri Emekçileri Sendikası (Tüm Bel Sen) ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’na (DİSK) bağlı Türkiye Genel Hizmet İşçileri Sendikası’nın (Genel İş) Nisan ayı itibariyle yaptıkları ortak açıklamada en az 3 bin 500 üyelerinin kayyumlar tarafından işten atıldığını duyurdu. Bu sayının güncel hali açıklanan sayının katbekat üstünde olduğu tahmin ediliyor.
ETRAFI KARAKOL, İÇİ SIR BİNALAR
Kayyum modeli, yapısı gereği toplumsal denetimden tamamen yalıtılmış, şeffaf olmayan bir kurumsallığa dayanıyor. Örneğin, Başbakan Yıldırım’ın 11 Ekim’de valilerle yaptığı toplantıda, Yeni Şafak’ın sansürlediği, “İş mi yapacaksınız yoksa mevzuata mı sarılacaksınız?” konuşması kayyum atanmış belediyelerin mevzuata uyma gereği duymayan, kamuoyu denetiminden yalıtılmış birer kapalı kutu gibi işletildiği hakkında önemli ipuçları veriyor. Tam da bu yüzden kayyum atanan belediye binalarındaki “sır” perdesini aralamak ancak “PKK’ye gitmesin” denilen paranın paylaşımındaki rahatsızlıkların izini sürerek mümkün.
Bu “sır” perdesini aralayanlardan biri DBP’li Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi döneminde de üst düzey görevlerde bulunan ve kendi deyimiyle “emekli” olan Abdullah Sevinç. Sevinç, Diyarbakır’da yayımlanan Tigris Gazetesi’ne yaptığı açıklamalarda ihale yöntemleri, işten atmaların ve yönetimin çalışma tarzı hakkında epey ipucu veriyor. 90’lı yıllarda girdiği belediyede farklı görevlerde bulunan Sevinç, şeffaflık konusunda DBP’li yönetimin hakkını teslim ederek kayyum yönetimini üstü kapalı olarak eleştirmesi dikkat çekiyor. Gönülsüz ayrıldığını satır aralarında hissettiren Sevinç’in, kent konseyinin dağıtılması üzerine anlattıkları ve “şeffaf tutum sergilenmiyor” sözleri sürecin özeti.
DBP’li yönetimler döneminde belediyelere ait bütçelerin gelir ve giderleri kalem kalem hem internet hem de kentin işlek caddeleri üzerindeki billboardlarda asılırken, kayyum yönetimi altındaki belediyelerin yaptığı harcamalar ve bütçe üzerindeki sır “kayyum isteyen” kesimler tarafından bile “zehir zemberek” eleştirilmeye başlandı. Diyarbakır’da yayımlanan ve kendini Kürt siyasetinin karşısında konumlayan Söz Gazetesi’nin yazarlarından Ömer Büyüktimur’un kendisine has Türkçesiyle kaleme aldığı 3 yazıda (NERDE ŞEFFAFLIK? KAYYUMLARA ÇAĞRIM! Ve 1 YIL SONRA DA OLSA!…) özetle dile getirdiği rahatsızlıklar, Başbakan Yıldırım’ın “Terör örgütüne gidiyor” dediği paranın adresini gösterir nitelikte: “Kayyumların bir yılı doldu… Neler yaptılar? Neler ettiler? Kayyum olarak atanan; Büyükşehir Belediye Başkanvekili Cumali Atilla… Sizden… Şeffaflık… Dürüstlük… Katılımcılık… Kayyumlar… Ki, Büyükşehir Belediyesi… Önceki gün mevzu etmiştim… Şu; ‘Asfalt İhalesi planını!’ 400 milyon liralık iş… Nasıl olur da; 130 milyon liraya kadar inebiliyor…”
Büyüktimur gibi AKP’ye yakın kalemlerden biri olan haber21.com’un yazarı Taner Özbay’ın yazdığı bazı yazılarda, “Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinde 1 yılını geride bırakan Cumali Atilla, ‘Eski yönetimlerin 6 yılda yapmış oldukları hizmetleri biz 1 yılda tamamladık’ şeklinde bir iddiada bulunuyordu. Bunun takdiri kamuoyuna aittir” sözlerinin devamına bakalım: “Ha bir de Kocaeli Belediyesinde görev yapan 3 ismi Diyarbakır’da görev yapmak üzere atadılar. Ahmet Karadağ’ı DİSKİ Genel Müdürü, Seyyit Battal’ı Genel Sekterer Yardımcısı, Mehmet Kesen’i de önce Basın ve Hakla ilişkiler Daire başkanı daha sonra Gençlik Spor Hizmetleri Daire Başkanı yaptılar. İnsanların emek ve mesaini yok saymak, küçümsemek gibi bir duruş içinde olmak doğru değil fakat bu isimlerin Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinde bir varlık gösteremediklerini dile getirmeyen yok gibi. Hatta Kocaeli Belediyesi yönetimince bu isimlerden birinin, sırf ondan kurtulabilmek için Diyarbakır’a gönderildiği yönünde ciddi kulis bilgileri de var.”
Bahsi geçen “yolsuzluk, rüşvet, kayırmacılık” sözcükleri arasında eski bakan ve milletvekillerinin isimlerinin olması dikkat çekiyor.
AÇIĞA ÇIKAN YOLSUZLUKLAR
Kayyumların bir yıllık “icraatları” şimdilik sır olarak kalsa da açığa çıkan birçok konu var. Örneğin, DBP’li yönetimlerin kasalarında birikmiş paraların sıfırlandığı ve kaynak arayışı olarak belediyelere ait taşınmazların satışa çıktığı parça parça kamuoyuna yansıyor. Çağrı üzerine kapalı yapılan ihalelerden bazıları dudak uçuklatıyor. Van Belediyesi’nin taşınmaz satışları kısmen basına yansırken, Diyarbakır kayyumunun güvenliğine 481 bin TL ayırması ve taşınmazları AKP’ye yakın örgütlere bedelsiz tahsis etmesi dikkat çekiyor.
Açığa çıkan bir başka yolsuzluk da Kayapınar kayyumu Mustafa Kılıç’ın görevden alınmasına neden oldu. Milliyet Gazetesi başta olmak üzere AKP’ye yakın medya organlarının “Umre’den Kayapınar'a selam var” diyerek verdiği haber daha sonra Diyarbakır’da yayımlanan Tigris Gazetesi tarafından daha ayrıntılı bir şekilde işlendi ve kayyum Kılıç’ın umreye gönderdiği “34 kişiden 14’ünün şehit ve gazi yakını olmadığı” ifşa edildi.
Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinde karşılanması gereken okul giderleri Kürt illerinde belediyeler üzerine yığıldı. Bu konuda eş güdümlü ve merkezi bir politikayla hareket etiği anlaşılan kayyumlar, okulların boya ve badana işlerini yaparak kent halkına gitmesi gereken bütçeyi amaç dışı kullanıyor. Van’a bağlı İpekyolu Belediyesi, Bitlis Güroymak Belediyesi, Diyarbakır Hani Belediyesi, Mardin Artuklu Belediyesi, Van Büyükşehir Belediyesi, Mardin Kızıltepe Belediyesi, Mardin Derik Belediyesi, Siirt, Batman, Şırnak başta olmak üzere tüm belediyelerin okulları tadilattan geçirmesi Ankara’dan alınmış bir karar olduğu izlenimini veriyor.
ZORUNLU GÖÇ
Kürt sorunundaki “Askeri şiddet, siyasal baskı ve ekonomik ambargo” aynı zamanda Kürtleri zorunlu göçe tabi tutuyor. Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin (SAMER) 16 Nisan Referandumu sonrası sokağa çıkma yasağının uygulandığı 8 kentte (2015 ile 2016 karşılaştırması) ilişkin hazırladığı “nüfus hareketliliği” raporu oldukça ilginç veriler sağlıyor. Buna göre; Şırnak Merkez’de, 2015 yılı nüfusu 92.206, 2016 da 82.468 olarak ölçülmüş; Hakkari/Yüksekova’da 2015 yılında 118.147 olan nüfusun 2016 yılında 112.826 olduğu tespit ediliyor; Mardin/Nusaybin’de 2015’de 113.594 olan nüfus 2016 yılında 102.007’ye düşüyor. Diyarbakır/Sur’da, 2015 yılında 117.698, 2016 yılında ise 116.858 olarak ölçülüyor; Diyarbakır/Silvan’da 2015 yılı nüfus sayısı 84.841, bu sayının 2016 yılında ise 84.485 olduğu görülüyor. Kürt illerindeki göç TÜİK tarafından da açıklanan verilere yansıyor.
DERİNLEŞEN SORUNLAR
Kayyumların atanmasından bir yıl sonra tüm göstergeler ve uygulamalar, Kürt sorunun kaynağında (ulusal kimlik ve talepler/dil/yönetim talebi vb. dışında) yer alan gelir dağılım adaletsizliği, eşitsiz ekonomik koşullar, bölgesel yoksulluk, kişi başı düşen milli gelir düşüklüğü, temiz enerjiye ulaşım gibi sorunlarda, hükümetin iddialarının aksine herhangi bir iyileşme yaratmadığını gösteriyor. Tam tersine uygulanan ekonomik ambargo bizzat hükümet ve kayyımlar eliyle daha büyük eşitsizliklere ve adaletsizliklere neden oluyor. Devlet yanlısı ve karşıtı olarak ayrıştırılan Kürt yoksulları Kürt sorunun boyutlanması ve derinleşmesinde daha ağır sorunlara yol açacağını söylemek kâhin olmayı gerektirmiyor. Özellikle dar gelirli aileler arasındaki bu ayrıştırma toplumsal tabanda büyük çatışma ve çelişki zemini oluşturuyor.
MA / Sedat Yılmaz - Yahya Madra